10 Ağustos 2018 Cuma

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocukların Ailelerinde Görülen Psikolojik Sorunlar




Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) aşırı hareketlilik, dikkati sürdürmede güçlük ve yetersiz dürtü kontrolü gibi ana belirtilerin gözlemlendiği bir durumdur.  Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun görülme sıklığının, çocuk nüfusuna bakıldığında  %3-5 arasında olduğu bildirilmiştir.

Ülkemizde yapılan bir çalışmada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun yaygınlığı %5 olarak bulunmuştur ve erkek çocuklarda daha sık görülür. Yakın bir zamana kadar dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, sadece çocuk ve ergenlere özgü bir durum gibi görülse de artık yetişkinlik döneminde de görülebileceği konusunda araştırmalar vardır. Hatta genetik yatkınlık ve ailede dikkat eksikliği vehiperaktivite bozukluğu öyküsü, çocukluk çağındaki teşhislerde önemli rol oynar.
Yapılan araştırmalara göre, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların ailelerinde depresyon ve anksiyete (kaygı) belirtilerinin görülme sıklığı yüksek orandadır. Bunun yanı sıra, “panik atak” olarak bilinen panik bozukluk ve agorafobi (halka açık yerlerde bulunmaktan, açık alanda bulunmaktan korkmak) belirtileri de bu ailelerde yüksektir.  Panik bozukluk, Anksiyete bozukluklarından biridir. Anksiyete bozukluğu olan anne babaların çocuklarında, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı daha fazladır.

Yapılan araştırmalar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların ailelerinde görülen en yaygın hastalığın panik bozukluk olduğunu gösterir. Fakat genel olarak diğer anksiyete bozukluklarına sahip bireylerin çocuklarında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun daha sık görüldüğünü gözler önüne serer.
Depresif belirtiler taşıyan ebeveynler ve dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocuklar arasında anlamlı bir ilişki vardır.  Bununla beraber  dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların ailelerinde zamanla gelişen bir alkol ve madde kullanımı da zaman zaman görülür. Bu durum bağımlılık boyutunda değildir fakat bazı aileler tarafından sağlıksız bir başa çıkma yöntemi olarak kullanılır.

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocuklar, dikkatlerini ve motor becerilerini arttırabilmek, dürtülerini kontrol edebilmek ve akademik başarılarını arttırabilmek için yoğun çaba sarfedebilirler. Anne ve babaların da psikolojik olarak sağlıklı bireyler olabilmesi, çocuklara oldukça yardımcı olacaktır.  Günümüzde anksiyete (kaygı) seviyesi oldukça yüksektir, depresif belirtilerin varlığı da fazladır. Bunun sebebi pek çok stresöre yani strese sebep olan olaya maruz kalmaktır.

Depresyon ve anksiyeteden önce, en basit haliyle stresle başa çıkmak için çeşitli mekanizmalar geliştirmek oldukça önem taşır. Çocuklara yardımcı olmak isterken kendimizi ihmal etmememiz gerekir. Sosyal destek (aile, arkadaşlar, yakın ilişki kurulan diğer kişilerin varlığı), egzersiz ve sağlıklı yaşamı benimsemek stresle başa çıkmaya fayda sağlar. Psikolojik destek almak da sağlıklı bir yaşam sağlar. Çocuklara sorunlarında yardım edebilmek için bizlerin de fiziksel ve ruhsal açıdan sağlıklı bireyler olmamız gerekir.  Unutmayın, uçaklarda bile bir kaza esnasında hayatta kalabilmek için oksijen maskesini önce yetişkin kendine takar, sonra çocuğuna takar.  Aileler sağlıklı olursa çocuk daha da sağlıklı bir birey olur.


Uzm. Psikolog Özge Devezer Uslu


Kaynaklar;
Greenhill LL (1998) Diagnosing in attention deficit hyperactivity disorder children. J Clin Psychiatry, 59:31-41.
Hazell P (1997) The Overlap of attention deficit hyperactivity disorder with other common mental disorders. J Paediatr Child Health, 33:131-137.
Güçlü, O., & Erkıran, M. (2004). Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısı konmuş çocukların ebeveynlerinde psikiyatrik yüklülük. Klinik Psikiyatri7, 32-41




Sınav Kaygısı




Sınavlar, öğrencilerin okul hayatı boyunca akademik açıdan değerlendirilmelerini sağlayan uzun süreçlerdir. Çocuklarda ve ergenlerde sık rastlanan bir kaygı türü olan sınav kaygısı; sınavdan hemen önce başlayan, fiziksel ve duygusal belirtileri olan bir durumdur. Kaygı duygusu aslında tüm insanlara gerekli olan bir duygudur, beynimizde bulunan amigdalanın bize "savaş veya kaç" komutu vermesiyle beraber, kaygı yaratan durumu değerlendirip kendimizi korumaya alabiliriz. Fakat sınavlara duyulan yoğun kaygı, öğrencilerde performans düşüşlerine ve stres seviyesinde yükselişlere sebebiyet verir. Hatta öğrencilerde tükenmişlik (burn out) hissine bile yol açabilir.
Sınav kaygısının her öğrencide aynı olmayışının belli başlı sebepleri vardır. Örneğin; sınav kaygısı düşük olan öğrencilerin aldığı sosyal destek yüksek olanlara göre daha tatminkardır. Sosyal destek kaynakları aile, arkadaşlar ve öğretmenlerdir. Aile üyelerinin destekleyici, motive edici tavırları; çocuk ve gençlerin sevgi dolu ve sıcak bir ortamda büyümeleri ile kaygı seviyelerinin düşüklüğü arasında yüksek bir paralellik vardır.
Hatta, 14-16 yaş arasındaki ergenlerle yapılan bir araştırmaya göre, bozuk aile yapısına depresyon belirtileri eşlik ediyor. Genç yetişkinler ve ergenlerin ailelerinden aldıkları sosyal desteğin yeterli olduğu durumlarda, kaygı ve depresyon belirtileri de azalır.
Aileden beklenen desteği öğrenciler okuldaki öğretmenlerinden de beklerler. Okulda suçlayıcı, cezalandırıcı ve kişiliğe hakaret edici bir davranış tutumu ile karşılaşan öğrenciler, arkadaş ve aile desteğinden de yoksun olduklarında okuldan uzaklaşmaya ve soğumaya başlayabilirler.
Sınav kaygısını belirleyen en önemli unsurlardan biri de yetkinlik hissidir. Başarı duygusu ve yetkinlik inancı birbirini besleyen kavramlar gibi görünse de, yetkinlik inancı evde ve sosyal çevrede desteklenen; uyumlu ve sağlıklı bir aile ortamında olumlu bir şekilde gelişir. Bu noktada tekrar anne baba tutumlarına dönmemiz gerekir. Çocukların, sağlıklı ve mutlu birer yetişkin olabilmeleri için uyumlu ve özerklik sağlayan bir ortamda yetişebilmeleri önemlidir.
Olumsuz anne baba tutumlarının sınav kaygısının yanı sıra,  atılganlık, benlik özsaygısı gibi kişisel özellikleri de kötü etkilediğine dair pek çok araştırma vardır. Aile bu durumlarda, her zaman önceliği çocuklarına verdiğini, ona her türlü imkanı sağladığını, bu imkanlara rağmen yeterince çalışmadığını şikayet eder. Ancak bu, çocukların kendisini ifade etmesine izin vermeyen ve suçlayıcı yaklaşan ebeveynlerin kendilerini korumak için oluşturduğu bir kalkan cümlesidir. Ufak tefek çabaları da değerlendirip görebilmek önemlidir. 4 övgü 1 eleştiri kuralına sadık kalınmalıdır. Dengeli bir ilişki kurulamayan çocuk başarısız olabileceği gibi, başarılı olduğu halde mükemmeliyetçi olan ve sürekli performans kaygısı olan biri haline gelebilir.
Mükemmeliyetçilik düşüncesi, depresyonla bir arada da görülebilir. Bu durum düşük benlik saygısına ve kaygı seviyesinin artmasına sebep olur.
 Akademik başarı ve başarısızlık, öğrencilerin duygusal özellikleri ile ilişkilidir. Ayrıca, akademik başarı; öz saygı, yalnızlık ve utangaçlıkla da yakından ilintilidir.
Öğrencilerin yaşadığı sınav kaygısına destek olabilmek amacıyla, anne babalar, öğretmenler ve psikologlar ortak bir çalışma ve iş birliği içinde olmalıdır.
Uzm. Psikolog. Özge Devezer Uslu
Kaynaklar:
Can, G. (1992). "Akademik Başarısızlık ve Önlenmesi" Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, No:3, Eskişehir.
Çapulcuoğlu, U., & Gündüz, B. (2012). Öğrenci tükenmişliğini yordamada stresle başaçıkma, sınav kaygısı, akademik yetkinlik ve anne-baba tutumları değişkenlerinin incelenmesi. Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, Mersin: Mersin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Weiner,B; A. Kukla(1970) "An Attributional Analysis of Achievement Motivation" Journal of Personality and Social Psychoology. 15, 1-20.
YILDIRIM, İ. (2000). Akademik başarını yordayıcısı olarak yalnızlık sınav kaygısı ve sosyal destek. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 18(18).




Çocuk ve Ergenlerde Depresif Belirtiler ve Aile İlişkisi








Çocukluk çağında depresyon belirtilerinin varlığı, yakın bir zaman öncesine kadar kabul edilmemekteydi; çocuğun gelişimini tamamlamamış bir birey olması ve kendini bir yetişkin kadar ifade edemiyor oluşu bunun başlıca sebebiydi. Günümüzde, yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocuklukta da depresif belirtilerin varlığı sıklıkla gözlemlenebilir. Erkek ve kız çocuklarında depresyon tanı oranları açısından herhangi bir fark yoktur fakat depresif bozukluğun görülme oranı kızlarda 12 yaşından sonra başlarken, erkeklerde 9 yaşından sonra düşmeye başlar.

Ergen ve çocuklarda depresyon varlığı 
incelendiğinde, ailede en az bir kişinin de depresyon belirtilerine sahip olduğu görülür. Özellikle  çocuk ve ergenlerin 1. Dereceden yakın olan anne ve babalarda gözlenen, tedavi edilmemiş depresyon; çocuklardaki depresif belirtileri %50 oranında arttırmaktadır. Annenin veya babanın depresif tutumları, model alarak davranışsal ve duygusal gelişimini sağlayan çocuk ve ergenlerin de olumsuz duygu, düşünce ve davranışları benimsemesine sebep olur.

Çocuklarda depresyon; uyku ve yeme bozuklukları, tepkisizlik, konsantrasyon bozuklukları ile kendini gösterir. Anne ve babaların depresif tutumları eşliğinde psikolojik tedavi sürecine başlayan çocukların, ailelerinin de psikoterapiden geçmesi önemlidir. En azından terapi sürecinde iş birliği içerisinde olmaları gerekir. Her iki ebeveynde de depresyon varlığının oluşu, çocukluk çağı depresyonuna yakalanma riskini büyük oranda arttırır.

Aile ortamının olumsuz olması, ergenlikte intihar düşüncelerini de arttırmaktadır. Cezalandırıcı, iletişim kurma becerisinden uzak ve sürekli ergenle çatışan anne babalar, olumsuz duygu durumu arttırırlar. Aile çatışması, anne ve babaların ergen çocuklarının davranışlarını kontrol etmek istemelerinden de kaynaklanır. Ergenlik döneminde intihar düşüncesi oldukça önemli ve dikkate alınması gereken bir depresyon belirtisidir. Risk altındaki gençler ve çocuklar büyük bir dikkatle takip edilmelidir. Mutlaka psikolojik destek almalıdır. Psikolojik desteğin yanı sıra aile tutumunun olumlu hale getirilmesi için aile terapileri de önemlidir.

Depresyonla başa çıkmada sosyal destek önemlidir, sosyal desteğin işe yaraması için aile ve arkadaşların destekleyici ve olumlu yaklaşımlar içerisinde bulunması gerekir. Burada kast edilen depresif bireyin her dediğini yapmak ve onu gerekli gereksiz durumlarda sürekli onaylamak değildir. Sadece anlaşıldıklarını, sevildiklerini ve korunduklarını bilmeleri bile depresyonla başa çıkmaları için onlara iyi gelecektir. Ergenlik dönemi, erkek ve kızlarda hormonların etkisinin yoğun olduğu ve kimlik arayışlarının yaşandığı bir dönemdir. Anne babaların önce kendilerindeki sorunların, sonra da çocuklarındaki sorunların farkına varabilmeleri önemlidir.


Uzm. Psikolog Özge Devezer Uslu

Kaynaklar;

Tamar, M., & Özbaran, B. (2004). Çocuk ve ergenlerde depresyon. Klinik Psikiyatri2, 84-92.
TOROS, F. (2002). Çocukluk çağı ve ergenlik dönemi depresyonlarında risk etmenleri. Turkiye Klinikleri Journal of Psychiatry3(2), 75-79.

Akran Zorbalığı




Akran zorbalığı; daha baskın bir kişinin egemenlik kurma ve göz korkutma amacı ile kendi gücünü kötüye kullanarak başkalarını sürekli olarak incitmesi, fiziksel ve duygusal şiddet uygulaması ve rahatsız etmesiyle sonuçlanan bir saldırganlık türüdür. Çocukların ve ergenlerin en çok birbirleriyle sosyalleştikleri yer olması açısından en çok okullarda görülür; sosyal süreçleri ve etkileşimleri içerdiği için okuldan okula zorbalık biçimi açısından farklılık gösterir.


Zorbalık sadece baskın kişinin daha zayıf bir kişiyi fiziksel ve duygusal olarak incitmesinden ibaret değildir. Bu duruma seyirci kalan diğer çocuklar ve öğretmenler de aslında zorbalığın bir parçasıdır. Kötü muamele gören çocuklar zorbalık devam ettikçe çevrelerinden uzaklaşıp, kendi içlerine dönmeye başlarlar. Zorbalar da korkutma ve zarar verme davranışını sürdürdükçe kendilerini daha da güçlü hissederler ve davranışlarını sürdürmeye devam ederler. Bu durumda, zorba davranışları olan çocuklar akranlarıyla olumlu sosyal ilişkiler geliştirme çabasında bulunmazlar ve olumsuz davranışları güçlülük hissi ile pekişerek devam eder. Böylece zorbalık davranışında hem zorbalar hem de zorbalığa maruz kalanlar zarar görmüş olur.

Göz önünde bulundurulması gereken önemli bir konu da zorbalık ve patolojik saldırganlığın birbirinden ayrılması gerektiğidir. Zorbalığı saldırganlıktan ayırabilmek için; ortada bir güç dengesizliğinin olması, zorbalığın belli bir amaç için ve sürekli halde gerçekleşiyor olması gibi özelliklere dikkat etmek gereklidir.

Zorbalıkta çoğu zaman bariz bir güç dengesizliği vardır. Fiziksel olarak daha güçlü durumda olan birey, kendisinden daha az güce sahip çocuklara sataşabilir. Bunu ilgi görmek, liderliği hissetmek ve etrafından daha güçlü olduğunu ispat etmek için yapar. Bu davranışı özellikle sistematik bir biçimde sürdürürler. Bu durum bazen haftalarca ve aylarca sürebilir.

Ayrıca zorbalıkta büyük bir grubun küçük bir gruba saldırması, birkaç çocuğun tek bir çocukla uğraşması gibi güç dengesizlikleri vardır. Bu özelliklere sahip zorbalar, belirli özelliklere göre seçtikleri çocukları fiziksel, sözel ve duygusal açıdan yıpratabilirler.  Seçtikleri çocuklar genellikle daha içe dönük, sosyal açıdan izole ve saldırganlık eğilimi olmayan çocuklardır. Uyum gösterme ve iş birliği yapma eğiliminde olurlar.

Genellikle yalnız oldukları için zorbaların dediğini yaparak bir gruba dahil olma ve benimsenme ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Fakat bu durum zorbalığa göz yuman bu çocukların akademik başarılarına da yansımaya başlar. Okulda odaklandıkları şey derslerden önce zorbalıkla nasıl başa çıkacaklarıdır.

Zorbalık sadece fiziksel şiddetten ibaret değildir. Gruptan dışlanmak, yalnız bırakılmak, arkadaş desteğinden mahrum kalmak da zorbalık tanımı içerisindedir.

Okul ortamında zorbalık var ise, öğretmenler bunu tespit ederek önlem almalıdır. Zorbalığı yapan çocuğa, gerçekleştirdiği davranışın onay görmeyeceği düzenli olarak anlatılmalıdır. Bu konuda yazılmış kitaplar veya filmler çocuklara önerilebilir. Ayrıca drama çalışmaları da yapılabilir.

Sosyal olarak izole olan çocuk çeşitli etkinliklerle diğer arkadaşlarıyla kaynaştırılabilir. Bir arkadaşlık ağı oluşturularak yalnız çocukların sosyalleşmesine vesile olunur.

Çocukların birbirinden bireysel olarak farklı olduğu hatırlatılmalıdır. Farklılıkları kabul etmek ve benimsemek gereklidir, erken yaşta bunu benimseyen çocukların ileriki yaşlarında hoşgörü sahibi olması daha muhtemeldir.


Uzm. Psikolog.  Özge Devezer Uslu


Kaynaklar
Pekel-Uludağlı, N., & Uçanok, Z. (2005). Akran Zorbalığı Gruplarından Yalnızlık ve Akademik Başarı ile Sosyometrik Statüye Göre Zorba/Kurban Davranış Türleri. Türk Psikoloji Dergisi20(56), 77-92.
Çankaya, İ. (2011). İlköğretimde akran zorbalığı. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi24(1).

Özel Öğrenme Güçlüğünde Kaygı ve Depresyon




Öğrenme güçlüğü; çocuklarda zeka kapasiteleri normal olmasına rağmen akademik anlamda zorluklar yaşamasına sebep olan bir durumdur.  Belirgin bir zeka problemi olmayan bu çocuklar, okul yaşantısında bazı zorluklar çekerler. Bu zorluklar, okulda her öğrencinin başarılı bir şekilde yapması gereken okuma, yazma, kendini sözel olarak ifade etme ve matematik işlemleri gibi becerilerde yaşanır.  Bazen bazı çocuklar bunların hepsinde zorlanırken bazıları bir veya iki tanesini yapmakta zorluk çekebilir. Yaşanan bu zorluklar, çocukların okul başarısını da etkilemeye başlar.

Durum tespit edilmediği sürece çocuk başarısızlıklarından dolayı kendini yetersiz hissetmeye başlar. Hatta çoğu zaman ailede de bu yetersizlik hissi görülür. Ailelerin okul tarafından,ders başarısızlığı sebebiyle sorumlu tutulduğu durumlar da olur. Bu çocukların bir bölümünün; duygusal, işitsel,görsel ve sosyal yönlerden sorunu olmayan çocuklar olduğunun bilinmesi önemlidir. Bu konuda farkındalığı olmayan bir eğitim sisteminin ortasına düşen çocuk, kendini yaşıtlarından farklı hissetmeye başlar. Bu durumda çevresi ile ilişkileri bozulabilir.


Kendini yaşıtlarından farklı hisseden ve farklı olduğu hissettirilen çocuğun çevresiyle iletişimi bozulduğunda, bu sefer öz güven problemleri de yaşamaya başlar. Bu problemlerin sebebini tam olarak idrak edemeyen çocuklar depresyon ve kaygı bozuklukları gibi ruhsal sorunlar yaşayabilir.

Özgüvenin sarsılmaması ve benlik saygısının korunması bu tip durumlarda oldukça önem taşır. Yapılan araştırmalara göre, zeka açısından yaşıtlarından farkı olmayan fakat belli konularda öğrenme güçlüğü yaşayan bu çocukların okul başarısızlığı nedeniyle sıklıkla depresyon belirtisi gösterdikleri ve bu durumu kontrol altına alınmadıkları gözlemlenmiştir.

Okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda da kaygı ve stres belirtileri fazlaca görülür. Burada hassas nokta çocuğun başarısı hissinden yoksun kalarak özgüven kaybı yaşamasıdır.

Çocukların strese verdiği tepkiler çocuktan çocuğa değişebilir. Örneğin depresyonun en önemli duygularından biri de öfkedir. Öfkeli bir çocuğun iç dünyasına girmek ve başa çıkmasına yardımcı olmak gerekir. Çocuğun sosyal destek alıyor olması yani ailesinin sevecen bir şekilde yanında olması oldukça önemlidir. Çocuğun anlaşılmaya anlamaya ihtiyacı vardır. Özel öğrenme güçlüğü yaşayan bir çocuğun özgüven açısından desteklenmesi, ufak sorumluluklar verilerek başarı duygusunu yaşamasının sağlanması ve özellikle okul öncesinde eğitim alması okula hazırlık açısından önem taşır. Bazı problemlerin önceden tespit edilmesine de vesile olur.

Çocuk eğitiminde fiziksel ceza ve olumsuz tepkilere sıkça rastlanır. Bu durum sadece özel öğrenme güçlüğü olan çocukları değil her çocuğu olumsuz etkiler. Şiddet gören çocuklarda benlik saygısı zedelenir; kaygı ve depresyon riski de artar.  Aile iletişiminde gerginlik, istikrarsızlık ve tedirginlik çocukların akademik başarılarını da oldukça etkiler.
Bu tip durumlar çocuğun hayattan doyum alamamasına ve değersiz hissetmesine sebep olur. Anne babaların mutlaka destekleyici, koruyucu ve anlayışlı olmaları gerekir. Bu kuralsızlık ve disiplinsiz bir tutum anlamına gelmez. Çocukların ruh sağlığını her durumda korumamız gerekir.


Uzm. Psikolog Özge Devezer Uslu
Kaynak;
Deniz, M. E., Yorgancı, Z., & Özyeşil, Z. (2009). Öğrenme güçlüğü görülen çocukların sürekli kaygı ve depresyon düzeylerinin incelenmesi üzerine bir araştırma. İlköğretim Online8(3).
ISO 690

29 Kasım 2017 Çarşamba

Kronik Hastalıklar ve Psikolojik Durum

Stres, depresyon ve anksiyetenin (kaygının) kronik hastalıklara olan etkisi pek çok araştırmanın konusudur. Bu noktada önemli olan, depresif semptomların; stresin ve kaygının kronik hastalıkların belirtilerine nasıl etki ettiği ve hastaların yaşam kalitesini etkileyip etkilemediğidir. 

Uzun süreli ve ağrılı hastalıklar, çoğunlukla umutsuzluk, çaresizlik ve öfke gibi olumsuz duygu durumu da beraberinde getirir.  Ancak hastalığın mı duygusal süreçlerin değişimine yol açtığı yoksa depresyon gibi olumsuz duygu durumu içeren hastalıkların mı kronik hastalıklara etki ettiği tam olarak bilinmemekte. Yani, hastalığın günlük rutini bozacak şekildeki işleyişi mi yoksa stresin ve olumsuz duyguların mı hastalığa yol açtığı konusu hala net değil. Bu noktada stres, olumsuz duygu durum ve hastalık belirtilerinin daha yoğun olarak ortaya çıkması bir kısır döngü gibidir. 

Kronik hastalığa sahip kişilerde, herhangi bir hastalığı bulunmayan bireylere kıyasla psikolojik sorunlar daha sıklıkla görülebilmekte. Örneğin, eklemlerde oluşan iltihabi durum ile kendini gösteren ve otoimmün bir kronik hastalık olan Romatoid Artrit (RA) hastalarındaki depresyon %66, anksiyete ise %70 oranında görülüyor. Bu da oldukça ciddi bir oran, hastalıkla baş etmede yaşanan sorunların mı yoksa depresyon ve anksiyetenin mi hastalığı tetiklediği konusunda uzmanlar görüş birliği içinde değiller. Aslında bu konuda yapılan çalışmaların sayısı da yeterli olmadığından, bir çıkarım yapmak oldukça güç. Her halukarda, hastaların stresli yaşam olaylarından uzak kalmaları, depresyon ve anksiyete belirtilerine de dikkat etmeleri oldukça önemli. 

Kronik hastalıklarda duygu durumun normal seyredebilmesindeki en önemli faktör hastalığın rutinine adapte olabilmektir. Hastalığın sonucu olan fiziksel ve bazen zihinsel kısıtlamalara göre günlük hayatı idame ettirebilmek stresin normal seviyelerde olmasında etkilidir. Örneğin, kronik kalp hastalığında günlük hayatı sürdürmeye engel olabilecek fiziksel kısıtlılık, depresif semptomların oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Öfke, kaygı ya da depresyon bileşenlerinin fiziksel sağlık üzerinde etkiye sahip olduğu yaygın bir görüştür. 

Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF) hastalığı da, bahsedilen diğer hastalıklar gibi kronik ve yaşam kalitesini etkileyen bir hastalıktır.  Hastaların yaşam kalitesinin hastalık sebebiyle olumsuz etkilenmesi depresyon ve anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklara neden olmaktadır. Hastalık, çeşitli ağrı atakları ve ateş ile kendini gösterdiği için hastaların atak sırasında günlük rutinlerini yerine getirebilmeleri zorlaşmaktadır. Bu durumda çoğu hastanın bildirdiği genel duruma göre, stresin ve depresif duygu durumun FMF hastalığında hastaların baş etmeye çalıştığı ağrı ataklarını arttırdığı görüşü yaygındır.


Kaynaklar;

 Ay, S. ve Evcik, D. (2008). Kronik bel ağrılı hastalarda depresyon ve yaşam kalitesi.
        Yeni Tıp Dergisi, 25, 228-231

Giese, A., Kurucay, M., Kilic, L., Örnek, A., Şendur, S. N., Lainka, E., & Henning, B.
      F.(2013). Quality of life in adult patients with Familial Mediterranean fever living in
      Germany or Turkey compared to healthy subjects: a study evaluating the effect of
      disease severity and country of residence. Rheumatology International33(7), 1713-
      1719. doi:10.1007/s00296-012-2622-y.

İncirkuş, K.ve Nahcivan, N.Ö. (2011). Kronik hastalık bakımını değerlendirme ölçeği-
      hasta formu’ nun Türkçe versiyonunun geçerlik ve güvenirliği. Dokuz Eylül
      Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi. 4 (1): 102-109.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Anksiyete Bozuklukları



Anormal psikolojiyi ilgilendiren konular içinde, korku ve kaygı herkesin deneyimlediği ve hayatında önemli rol oynatan bir durumdur. Normal insanların psikolojisinde yer alan kaygı, birçok psikopatolojide de ortaya çıkmaktadır. Anksiyete yaşantısının ortak belirtileri; göğüste sıkışma hissi, çarpıntı ve nefes darlığı, kişinin deneyimlediği sıkıntı ile baş edemeyeceğine dayanan düşünceleri, kötü bir şey olacağına ve karşılaşılan zorlukların kontrol edilemeyeceğine ilişkin inançlardır (Freeman ve DiTomasso, 2005). DSM-IV’de altı temel anksiyete bozukluğu belirtilmiştir. Bunlar;  genellenmiş kaygı bozukluğu, fobiler, obsesif-kompulsif bozukluk,  travma sonrası stres bozukluğu, panik bozukluk ve akut stres bozukluğudur. Anksiyete bozukluklarından birinin tanısal kriterlerini taşıyan bozukluk, diğer bir bozuklukla beraber görülebilmektedir. Bu durum (komorbidite) iki sebepten olabilir. Birincisi, bu kategoriye giren belirtilerin spesifik olmamasıdır. Örneğin, anksiyetenin somatik belirtilerinden, terleme ve hızlı kalp atışı ; panik bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu ve genellenmiş kaygı bozukluğunun ortak belirtilerindendir ( Neale,M.N. ve Davidson,C.G.,1998).  Altı temel anksiyete bozukluğunun başlıca özellikleri, tanımlayıcı unsurları aşağıdaki gibidir.

1. Fobiler

Fobi, bir nesne veya durumla alakalı olmayan ve onu yaşayan kişi tarafından da aslında anlamsız bulunan, engelleyici, korkunun aracılık ettiği bir kaçınma davranışı olarak tanımlanabilir ( Neale,M.N. ve Davidson,C.G.,1998).  Ortada aslında gerçek bir tehlike yoktur ancak kişinin hayat akışı bozulmaktadır. Özgül ve sosyal fobiler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Özgül fobiler, kişiye özel bir nesne veya durumla karşılaşılınca ortaya çıkan korku durumu olarak tanımlanabilir.
DSM-IV’e göre, özgül fobilerin bazı alt tipleri bulunmaktadır. Bunlar, hayvan fobileri, uyaran fobileri (örn. yükseklik, su), durumsal fobiler (uçak, araba kullanma gibi), kan ve enjeksiyon fobileri ve kategori dışı olan diğer fobilerdir (Starcevic,V., 2010). Örneğin, Anglofobi İngiltere korkusudur. Agorafobi açık yerlerden korkma, akrofobi yüksek yerlerden korkmadır. Carrie M. Potter ve arkadaşlarının yapmış olduğu dentofobia (diş tedavisi korkusu) araştırmasında, kişilerin diş hastalıklarının ciddi boyuta ulaşmasına rağmen yaşadıkları korku ve anksiyete yüzünden diş hekimlerine gidememeleri tartışılmıştır. Bu araştırmadaki kişiler korkuları yüzünden kaçınma davranışı göstermektedirler ve diş hekimi koltuğunda ise panik atağı yaşayabilmektedirler (Potter.C. ve ark., 2014). Özgül fobilerin kişinin hayatının gidişatını etkilediği bu durumlarda psikoterapi kaçınılmaz olmaktadır (Potter.C. ve ark., 2014).
Sosyal fobiler ise başkalarının varlığının sebep olduğu, mantıklı olmayan bir korkudur. Fobik kişi genellikle diğer insanlardan uzaklaşmaya çalışacağı için bu durum kişinin hayatını son derece olumsuz etkileyebilir. Manuzza ve arkadaşlarına göre (1995), sosyal fobiler korkulan veya kaçınılan durumlara göre özgül veya genellenmiş olabilirler. (akt. Neale ve Davidson, 1998). Bu kişiler, eleştirilme ve değerlendirilme ihtimalleri doğrultusunda bir veya birden fazla kişiden, sosyal ortamlardaki performans kaygıları sebebi ile uzaklaşabilirler. Sosyal fobiler kişinin günlük hayatında, eğitim ve iş ortamında hayatını son derece olumsuz etkileyip becerilerini yetersiz kılabilmektedir (Sluis,R. ve Boschen,M., 2014).
Fobilerin etiyolojisine baktığımız zaman, psikanalitik, davranışçı, bilişsel ve biyolojik yapılandırmaları görebiliriz. Psikanalitik kuramlarda, fobilerin içeriği vurgulanır. Çünkü fobilerin içeriğinin aslında önemli sembolik değerlere sahip olduğu düşünülmektedir. Freud’un ünlü vakası “Küçük Hans”, dışarı çıkarsa atlarla karşılaşmaktan korkmaktadır. Hans’ın  “ağzının ve gözlerinin kenarlarındaki siyah şeyler” şeklindeki tanımı Freud’a oedipal çatışmayı çağrıştırmıştır ve fiziksel olarak Hans’ın babası ve at ile benzerlik kurmuştur. Hans’ın babasına duyduğu korkuyu atlara çevirdiğini ve bu şekilde fobi geliştirdiğini düşünmüştür (Freud,S. 1909 akt. Neale ve Davidson, 1998). Davranışçı kuramlara göre fobiler, model alma, kaçınma koşullanması ve edimsel koşullanma yoluyla öğrenilebilirler. Bilişsel kuramlara göre fobi, anksiyetenin negatif uyaranlarına daha çok dikkat eden ve gelecekte bu negatif uyaranların gerçekleşeceğine inanmayla alakalıdır. Fobilerle ilgili kalıtsallık araştırması da yapılmıştır. Bazı fobilerin (örn. kan ve enjeksiyon fobisinin) kuvvetli bir biçimde ailesel olduğu bulunmuştur (Ost, 1992., akt.Neale ve Davidson, 1998).

2. Obsesif Kompulsif Bozukluk
    
      Obsesif kompulsif bozukluğun klinik özellikleri, kişinin obsesif düşüncelerine eşlik eden kompulsiyonların bulunmasıdır. Obsesyon, kişinin kontrolü dışında ve ısrarlı olan düşünce, dürtü veya imajlardır. Bu düşünceler kişilerin günlük kaygıları ve gerçek hayattaki problemleri değildir, kaygı ve üzüntü duygularının da eşlik ettiği düşüncelerdir (Starcevic,V., 2010). Kompulsiyon ise kişinin sıkıntılarını azaltmak için kendini yapmak zorunda olduğunu hissettiği, açık bir biçimde aşırı olan davranışlardır. Sıklıkla kompulsiyonlar sayı saymak, temizlik, belirgin eşyalardan kaçınmak, vücudun bir yerine dokunmak gibi temizlik ve düzenle ilgilidir ve bu davranışların tekrarlanma sıklığı şaşırtıcı derecede fazla olabilir. DSM-IV , obsesif kompulsif bozukluk tanısı için obsesyon ve kompulsiyonların aşırı ve anlamsız şekilde tekrar etmesinin, bu durumun kişinin hayatını olumsuz yönde etkilendiğinin gözlenmesinin önemli olduğunu ifade eder. Aynı zamanda, kompulsiyonların en az iki hafta sürmesi ve bu süre zarfında bu düşüncelerin sıkıntı verici olması, kişinin bu düşüncelerden veya davranışlardan en az birine karşı koymaya çalışması, bu düşünceler davranışlar ve dürtülerin tekrarlayıcı olması tanı kriterleri olarak sıralanmaktadır (APA,1994).
      Kompulsif bir şekilde alışveriş yapan kişiler ile ilgili yapılan bir araştırma, kendilerine gerekli olmayan eşyaları alarak maddi açıdan kendilerini sıkıntıya sokan kişiler üzerinde yapılmıştır. Araştırmaya katılan kişilerde tekrarlayan sıkıntı verici düşünceler ve ardından gelen alışveriş yapma davranışı bulunmaktadır. Araştırma, obsesif düşünceleri olan ve aşırı alışveriş yapan bu kişilerin, hissettikleri olumsuz duyguları dengelemek ve nötrleştirmek için alışveriş yapma davranışını sergilediklerini ortaya koymaktadır (McQueen,P., Moulding,R. ve Kyrios,M., 2014).
      Psikanalitik kuramda obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin tuvalet eğitimi ile ilişkilendirebileceğimiz anal dönem ile ilgilidir. “Freud, obsesif kompulsif hastaların konuşmalarında, rüyalarında, anılarında ve fantezilerinde anal imgeler tespit etmiştir. Aynı zamanda  obsesyonlarından ve kompulsiyonlarından dolayı tedavi ettiği kişilerin, erken olarak, sert bir şekilde veya ebeveynin her şeye karıştığı bir ortamda tuvalet kontrolüne zorlandıkları yönünde kaynaklara ulaşmıştı.” (McWilliams, N., 2009). Obsesif Kompulsif bozuklukta gözlemleyebileceğimiz belirtiler, id ve süper egonun çatışması olarak değerlendirilebilir (Neale ve Davidson,1998). Tuvalet eğitimi sırasında yaşanan olumsuz deneyimler kişide kontrol edilme, yargılanma, bir şeylerin belli düzeyde yapılması talebinin yarattığı kontrol dışılık hissi, utanç duygusu yaratabilmektedir. Bu utanç duygusunun getirisi olarak kişinin kendilerinden yüksek beklentileri vardır, bunlara uymadıkları durumların başkaları tarafından görülme düşüncesi tekrar utanç yaratır (McWilliams, N., 2009).  
       Obsesif kompulsif bozukluk, diğer kaygı bozuklukları ile beraber görülebilmektedir. Özgül ve sosyal fobiler, panik bozukluk OKB ile komorbit olabilmektedir. Ayrıca, depresyon da “içe dönük ve nevrotik özellikler taşıyan OKB hastalarında” yaygın olarak görülebilir (Rees,C., ve ark., 2014).
       Obsesif Kompulsif bozukluğun biyolojik etkileri araştırıldığında, yapılan PET taramaları sonucu OKB teşhisi almış kişilerin frontal loblarında artan bir hareketlilik bulunmuştur bu da kişilerin düşünceleri ile olan mücadelelerinin aşırılığından olabilir. Aynı zamanda kafa travmaları, beyin tümörleri gibi durumlarda da OKB gözlemlenebilmektedir. Kişinin birinci dereceden akrabalarında görülen obsesif kompulsif bozukluk, çocukluk ve ergenlik çağlarında da ortaya çıkabilmektedir (Starcevic,V., 2010). Bilişsel davranışçı yaklaşımlar ise obsesif kompulsif bozukluğun, uygun olmayan obsesif düşünce ve tekrarlayan kompulsif davranış ile pekişmesi sonucunda öğrenildiğini ifade eder. Örneğin kompulsif bir el yıkama alışkanlığında kişi kirleneceğine ve mikrop bulaşacağına dair obsesif düşüncelerinin yarattığı kaygıyı azaltmaktadır (Starcevic,V., 2010). Obsesif kompulsif bozukluğun tedavisinde, psikodinamik, bilişsel davranışçı ve farmakolojik yöntemler kullanılmaktadır.
Ancak psikodinamik yöntemler OKB tedavisinde etkili değildir. Çünkü psikanalitik işlemlerde egoyu çatışmadan korumak önem taşımaktadır. Bu sebeple davranışçı işlemlere daha yakın olan yöntemler kullanmaktadırlar. Bilişsel davranışçı terapilerde maruz bırakma yöntemi obsesif kompulsif bozukluk tedavisinde yararlıdır (Neale ve Davidson,1998). 

3. Travma sonrası stres bozukluğu ve akut stres bozukluğu

Travma sonrası stres bozukluğu, travmatik deneyimler yaşamış kişilerin, yüksek kaygı, yaşanan travmatik olayı hatırlatan uyarıcılardan kaçınma, duygusal olarak donmuşluk hissi, fiziksel olarak tetikte olma gibi tepkilerini yansıtır (Starcevic,V., 2010). Bu tepkiler, kişinin günlük hayatını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Travma sonrası stres bozukluğu, kişiler arası ilişkilerde bozulmalar, aşırı fiziksel uyarılmışlık, çabuk öfkelenme, güvensizlik gibi belirtiler gösterebilmekledir (Bogovic,A., Mihanovic,M., Jokic-Begic,N. ve Svagelj,A.,2014).  
 Fiziksel saldırı, cinsel istismar, şiddet, trafik ve endüstriyel kazalar, deprem, tsunami, sel, kasırga gibi doğal afetler, savaş, terör olaylarını yaşamak, başkalarının yaralanmasına ve ölümüne şahit olmak ve yaşamı tehdit eden hastalıklar travmatik yaşam olayları olarak ele alınmaktadır. Bu yaşantılar potansiyel olarak bireylerin yaşamları boyunca karşılabilecekleri olaylardır (Karancı, N. 2009). DSM-IV’ün travma sonrası stres bozukluğu için belirttiği kriterler aşağıdaki gibidir.
a)      Kişinin gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma, ya da kendisinin veya başkalarının fiziksel bütünlüğünü tehdit edici bir olay yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiş olması.
b)      Kişinin bu olaya karşı korku, çaresizlik ya da dehşetle tepki vermiş olmasıdır ( APA,1994).
Travma sonrası stres bozukluğunun yaygınlığının, travmatik olayların türüne ve olayı yaşayan kişinin cinsiyetine bağlı olabileceği ortaya konulmuştur. Çalışmalar cinsel saldırı ve tecavüz olaylarının ardından travma sonrası stres bozukluğunun diğer psikolojik rahatsızlıklara göre daha çok görüldüğünü ortaya koymaktadır. Yapılan kadın erkek çalışmalarında kadınların; cinsel taciz, tecavüz ve sarkıntılık gibi cinsel saldırı içeren davranışlar, erkeklerde ise dövüş ve savaş yaşantıları travma sonrası stres bozukluğu ile daha çok ilişkilendirilmiştir. Travmatik olayların sayısı, zamanlaması, kişiye sıkıntı verme derecesi ve şiddetinin de travma sonrası stres bozukluğunun gelişimini etkileyen diğer etmenlerdendir (Karancı, N. 2009).
DSM-IV’te yer alan akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğundan farklıdır. Travmaya maruz kalan kişiler genellikle yoğun stres yaşarlar. Eğer bu durum kişinin hayat akışını engelliyorsa ve işlevselliğini bozuyorsa, akut stres tanısı konulur. Fakat sonrasında bu durum uzun süredir devam ediyorsa travma sonrası stres bozukluğu ile çalışmak gerekmektedir (Neale ve Davidson,1998). Tanı koyabilmek için, travmatik olayların sıklıkla hatırlanması ve olayı sembolize eden durumlara aşırı duygusal tepki vermek,  travmatik olaydan kaçınma ve hatta olayla ilgili amnezi yaşama durumu ve artmış fiziksel uyarılma sebebi ile uykuya dalamama, irkilme gibi belirtilerin en az bir aydır devam ediyor olması gerekmektedir. Travma sonrası stres bozukluğunun yaşanmasında genetik faktörler ve olayın şiddeti etkilidir (Neale ve Davidson,1998). Hırvatistan’da travma sonrası stres bozukluğu tanısı alan savaş gazileri ile bir araştırma yapılmıştır. Savaş stresinin kişiler üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur. Fiziksel bütünlüklerinin tehlike altında olduğuna dair olumsuz düşünceler, ölüm tehdidi altında hissetmek ve yoğun korku ve çaresizlik hissi yaşamak gibi belirtiler bulunmaktadır (Bogovic,A., Mihanovic,M., Jokic-Begic,N. ve Svagelj,A.,2014). Travmatik olayı tekrar yaşamamak için onu sembolize eden durumlara karşı geliştirilen hassasiyet savaş gazilerinde görülen belirtilerden biridir. Örneğin bir gök gürlemesi, ani ve yüksek bir ses gaziye savaş alanını hatırlatabilmektedir (Neale ve Davidson,1998).

4. Genellenmiş Anksiyete Bozukluğu

Genellenmiş kaygı bozukluğunda kişiler her çeşit konuda kontrol edilemez ve sürekliliği olan bir endişe içindedirler. Terleme, yüz kızarması, mide rahatsızlığı, sık idrara çıkma, kalp çarpması, ishal, ağız kuruluğu, nefes darlığı, boğazda yumru hissi, soğuk ve yapışkan eller gibi bedensel yakınmalara sıklıkla rastlanır. Bu durum otonom sinir sisteminin aşırı aktivitesini yansıtır (Neale ve Davidson,1998).  Nabız ve nefes alma hızı yükselebilir, kişinin kaslarla ilgili şikayetleri de olabilir. Kişi huzursuzdur ve kolayca irkilebilir, yerinde duramaz. Bu kişiler düşüncelidirler, geleceğe dair felaketleştirdikleri düşünceleri vardır. Aynı zamanda kaygı verici düşünceleri kontrol altına almanın zor olduğuna inanırlar (Bennett,P., 2011). Yaralanma, kalp krizi geçirme ve kontrolü kaybetme gibi düşünceler yaygındır. Kişi daima tetikte olduğu için dikkat dağılması sıklıkla rastlanır aynı zamanda sabırsızlık, çabuk kızma ve uykusuzluğa sıklıkla rastlanır (Neale ve Davidson,1998).  Genellenmiş kaygı bozukluğu belirtileri genellikle çocukluk veya ergenlik döneminde başlamaktadır. Duygudurum ve somatoform bozukluklarının, genel kaygı bozukluğu ile birlikte görülme oranı yüksektir (Bennett,P., 2011). Genetik faktörlerin genellenmiş kaygı bozukluğu durumunda etkisinin yüksek olduğu gözlemlense de, yapılan ikiz çalışmalarında, genellenmiş kaygı bozukluğu teşhisi alan ikizin kardeşinde de bu bozukluğun görülme olasılığı %15-20 civarındadır. Bu durumda verilerin kesin bir yargıya varmak için yeterli olmadığı varsayılabilir (Bennett,P., 2011). Ancak anksiyete bozuklukları ile ilişkili olan nevrotisizmin kalıtsal olması da göz önüne alınması gereken bir durumdur (Neale ve Davidson,1998).
Psikanalitik kuram, genel kaygı bozukluğunda, kaygının temelinin ego ve id arasındaki bilinçdışı çatışmalarla alakalı olduğunu vurgular. Kaygının kaynağı bilinçdışıdır ve bu sebeple kişi kaygısının sebebini tam olarak bilemeden endişe ve sıkıntı hisseder (Bennett,P., 2011).  Bilişsel davranışçı bakış açısı, genellenmiş kaygıyı açıklamak için çevresel faktörlerin incelenmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Anksiyetenin, dış uyarıcılarla ve daha geniş çaplı koşullu uyarıcılarla, klasik koşullanma yoluyla öğrenildiği varsayılır. Aynı zamanda önemli olan kontrol kaybı algısıdır, insanlar kontrol edebilecekleri olaylara göre kontrol dışı durumlardan dolayı daha çok kaygı duymaktadırlar (Bennett,P., 2011).  Ayrıca kişi bir konuda tam olarak kontrollü olmasa da, kontrol duygusunu algılaması, kontrolün sağlanması için yeterli olabilmektedir. Stres veren olayları kontrol edememe duygusunun yanı sıra, genel kaygı bozukluğu hastasını tanımlayan birkaç bilişsel süreç daha vardır. Bu kişilerin bilişlerinde zararsız olaylar yaşasalar bile her an tehlikede olma düşüncesi vardır. Kendilerine zarar vermeyecek olayları felaketleştirip yanlış yorumlarlar (Neale ve Davidson,1998).  Davranışçı terapistler, genellenmiş kaygı bozukluğunda, kaygılı olan kişinin eleştirildiği zaman korktuğunu ve kaygı durumunun arttığını saptayabilirler. Sistematik duyarsızlaştırma yöntemi ile davranış üzerinden tedavi uygulanabilir.  Bununla beraber kişilerin yaşadıkları kaygı durumunun gerçek sebebini bulmak her zaman kolay olmayabilir. Davranışçı yaklaşımlarda, kaygı hissedildiği zaman gerçekleştirilen gevşeme egzersizleri kullanılabilmektedir. Genellenmiş kaygı bozukluğunun temelinde, çaresizlik inancının bulunduğu varsayılırsa, hastanın başa çıkabilmek için öğrendiği bu yöntemler işe yarayabilmektedir (Neale ve Davidson,1998). 

5. Panik Bozukluk

Panik bozukluk, yoğun bir şekilde yaşanan rahatsız edici ve en az on dakika süren ataklardan oluşur. Nefes alamama, el ve ayak uyuşması, bulantı, titreme, kalp çarpıntısı gibi belirtilerden oluşur. DSM-IV’e göre, aşağıdaki beklenmeyen ve aşağıdaki kriterlere uyan ataklarla beraber panik bozukluk tanısı konuşabilir.
a)      Gelecekte bir atak gerçekleşmesine dair ısrarlı inançlar
b)      Ataklarla ve sonuçları ile ilgili kaygı duymak ( delirme, kalp krizi geçirme gibi)
c)      Ataklar sonucunda, davranışlarda anlamlı ve gözle görülür bir değişimin yaşanması
Kişinin kontrolünü kaybetme, delirme ve ölme korkuları hastayı çaresiz kılmaktadır (Bennett,P., 2011).  Ortalama 10-20 dakika süren ataklar hastalar için son derece kaygı ve üzüntü vericidir. Bu durumu deneyimleyen hastalar gerçekten kalp krizi tehdidi altında olduklarına, delirmek üzere olduklarına inanırlar ve son derece güçsüz hissederler. (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Panik atağı yaşamış bazı kişiler, bu durumun sonuçlarından kendilerini korumak amacıyla belli durumlardan uzak durma eğilimi gösterebilirler. Örneğin, yoğun bir şekilde kirlenme ve mikrop kapma korkusu olan bir kişi, kendisine AIDS bulaşacağından korktuğu için halka açık tuvaletleri kullanmaktan kaçınabilir (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Boğulmaktan ve nefes alamamaktan korkan bir diğer kişi de basık ve havasız olduğunu düşündüğü asansörlere binmekten kaçınabilmektedir. Bütün bu örnekler durumsal panik deneyimleri olarak adlandırılabilir. Çünkü ataklardan kaçınmak isteyen bu kişiler, belli durumlardan kaçınarak panik ataklarını kontrol almaya ve başa çıkmaya çalışmaktadırlar. Bu tür durumlar hastaların çıkarım yapıp tahmin edebildiği durumlardır. Ancak durumsal olmayan ve aniden ortaya çıkan ataklar da önemlidir çünkü fobinin varlığına işaret edebilirler (Racman,S. ve De Silva,P., 2009). Panik bozukluğun görülme yaygınlığı kadınlar için %5, erkekler için de %2 olarak belirlenmiştir. Genetik yatkınlık ve stresli bir olaydan sonra ortaya çıkma durumları görülebilmektedir (Neale ve Davidson,1998).  Panik bozukluk diğer anksiyete bozuklukları ile beraber görülebilmektedir. Obsesif kompulsif bozukluk, post travmatik stres bozukluğu, sosyal ve özgül fobiler ile birlikte görülme durumu gözlemlenmektedir (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  

5.1. Panik Bozukluk ve Agorafobi

DSM-IV’de panik bozukluk, agorafobi ile birlikte ya da agorafobi olmadan tanımlanır. Kişinin halka açık olan yerlerde aniden panik atak geçireceğine ve kaçamayacağına ilişkin korkularına agorafobi adı verilir. Alışveriş merkezleri, tiyatro, kalabalık olan diğer halka açık yerlerden kaçınma gibi davranışlar sergilerler (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Agorafobi belirtileri gösteren kişiler genellikle evden çıkmak istemezler ve çıktıkları zaman da bunu büyük bir kaygı eşliğinde yaparlar. Agorafobi ile beraber panik bozukluğu olan hastalar dışarı çıkma eylemini, panik atağı yaşama ihtimalinde yaşayacakları utanç nedeniyle gerçekleştirmek istemezler (Neale ve Davidson,1998). 
Agorafobi sebebiyle günlük hayatta hareketleri kısıtlanan kişiler, hayatlarında pek çok değişiklilik yapma eğiliminde olurlar. Aynı zamanda alışveriş yapmaları gerektiğinde yanlarında güvenilir biri olduğunda kendilerini daha rahat hissederler. Panik atakların tedavi ile azaltılmasından veya yok edilmesinden sonra agorafobi de genellikle azalmaktadır (Racman,S. ve De Silva,P., 2009). 





Kaynakça 
Amerikan Psikiyatri Birliği. (1994). Mental bozuklukların tanısal ve sayımsal el kitabı.

               E.Köroğlu (çev.). Hekimler Yayın Birliği.

Bennett, P. (2011). Abnormal and Clinical Psychology : An Introductory Textbook. 

               Maidenhead, Berkshire, England: McGraw Hill, Open University Press.

Bogovic, A., Mihanovic, M., Jokic-Begic, N., & Svagelj, A. (2014). Personal Space of Male

               War Veterans With Posttraumatic Stress Disorder. Environment & Behavior, 46(8),

                      929-945. doi:10.1177/0013916513477653    

Davison, G. C., & Neale, J. M. (1998). Abnormal psychology. New York: Wiley

Freeman,A., DiTomasso, R.A. (2005). Cognitive aspects of anxiety. Stein,D.J., Hollender,E. (Eds)
    
                 Textbook of Anxiety disorders. The American Psychiatric Publishing,Inc., Washington   
                 DC.

Karancı,A.N. (2009). Travma Sonrası Stres Bozukluğu Tedavisinde Bilişsel Davranışçı

                Yaklaşımlar. Bilişsel Davranışçı Terapiler. (ss. 150-160)

Lenz, S., Bruijn, B., Serman, N. S., & Bailey, L. (2014). Effectiveness of Cognitive

               Processing Therapy for Treating Posttraumatic Stress Disorder. Journal Of Mental

                Health Counseling, 36(4), 360-376

McQueen, P., Moulding, R., & Kyrios, M. (2014). Experimental evidence for the influence of

               cognitions on compulsive buying. Journal Of Behavior Therapy And Experimental

               Psychiatry, 45(4), 496-501. doi:10.1016/j.jbtep.2014.07.003

Potter, C. M., Kinner, D. G., Tellez, M., Ismail, A. I., & Heimberg, R. G. (2014). Clinical

               implications of panic symptoms in dental phobia. Journal Of Anxiety

               Disorders, 28(7), 724-730. doi:10.1016/j.janxdis.2014.07.013

Rachman, S., & De Silva, P. (2009). Panic Disorder : The Facts. Oxford: OUP Oxford

Rees, C. S., Roberts, L. D., van Oppen, P., Eikelenboom, M., Hendriks, A. J., van Balkom, A.

                 J., & van Megen, H. (2014). Personality and symptom severity in Obsessive–

                 Compulsive Disorder: The mediating role of depression. Personality & Individual

                 Differences,7192-97. doi:10.1016/j.paid.2014.07.025

Starcevic, V. (2010). Anxiety Disorders in Adults : A Clinical Guide. Oxford: Oxford

              University Pres












Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocukların Ailelerinde Görülen Psikolojik Sorunlar

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) aşırı hareketlilik, dikkati sürdürmede güçlük ve yetersiz dürtü kontrolü gibi ana beli...