10 Haziran 2017 Cumartesi

Anksiyete Bozuklukları



Anormal psikolojiyi ilgilendiren konular içinde, korku ve kaygı herkesin deneyimlediği ve hayatında önemli rol oynatan bir durumdur. Normal insanların psikolojisinde yer alan kaygı, birçok psikopatolojide de ortaya çıkmaktadır. Anksiyete yaşantısının ortak belirtileri; göğüste sıkışma hissi, çarpıntı ve nefes darlığı, kişinin deneyimlediği sıkıntı ile baş edemeyeceğine dayanan düşünceleri, kötü bir şey olacağına ve karşılaşılan zorlukların kontrol edilemeyeceğine ilişkin inançlardır (Freeman ve DiTomasso, 2005). DSM-IV’de altı temel anksiyete bozukluğu belirtilmiştir. Bunlar;  genellenmiş kaygı bozukluğu, fobiler, obsesif-kompulsif bozukluk,  travma sonrası stres bozukluğu, panik bozukluk ve akut stres bozukluğudur. Anksiyete bozukluklarından birinin tanısal kriterlerini taşıyan bozukluk, diğer bir bozuklukla beraber görülebilmektedir. Bu durum (komorbidite) iki sebepten olabilir. Birincisi, bu kategoriye giren belirtilerin spesifik olmamasıdır. Örneğin, anksiyetenin somatik belirtilerinden, terleme ve hızlı kalp atışı ; panik bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu ve genellenmiş kaygı bozukluğunun ortak belirtilerindendir ( Neale,M.N. ve Davidson,C.G.,1998).  Altı temel anksiyete bozukluğunun başlıca özellikleri, tanımlayıcı unsurları aşağıdaki gibidir.

1. Fobiler

Fobi, bir nesne veya durumla alakalı olmayan ve onu yaşayan kişi tarafından da aslında anlamsız bulunan, engelleyici, korkunun aracılık ettiği bir kaçınma davranışı olarak tanımlanabilir ( Neale,M.N. ve Davidson,C.G.,1998).  Ortada aslında gerçek bir tehlike yoktur ancak kişinin hayat akışı bozulmaktadır. Özgül ve sosyal fobiler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Özgül fobiler, kişiye özel bir nesne veya durumla karşılaşılınca ortaya çıkan korku durumu olarak tanımlanabilir.
DSM-IV’e göre, özgül fobilerin bazı alt tipleri bulunmaktadır. Bunlar, hayvan fobileri, uyaran fobileri (örn. yükseklik, su), durumsal fobiler (uçak, araba kullanma gibi), kan ve enjeksiyon fobileri ve kategori dışı olan diğer fobilerdir (Starcevic,V., 2010). Örneğin, Anglofobi İngiltere korkusudur. Agorafobi açık yerlerden korkma, akrofobi yüksek yerlerden korkmadır. Carrie M. Potter ve arkadaşlarının yapmış olduğu dentofobia (diş tedavisi korkusu) araştırmasında, kişilerin diş hastalıklarının ciddi boyuta ulaşmasına rağmen yaşadıkları korku ve anksiyete yüzünden diş hekimlerine gidememeleri tartışılmıştır. Bu araştırmadaki kişiler korkuları yüzünden kaçınma davranışı göstermektedirler ve diş hekimi koltuğunda ise panik atağı yaşayabilmektedirler (Potter.C. ve ark., 2014). Özgül fobilerin kişinin hayatının gidişatını etkilediği bu durumlarda psikoterapi kaçınılmaz olmaktadır (Potter.C. ve ark., 2014).
Sosyal fobiler ise başkalarının varlığının sebep olduğu, mantıklı olmayan bir korkudur. Fobik kişi genellikle diğer insanlardan uzaklaşmaya çalışacağı için bu durum kişinin hayatını son derece olumsuz etkileyebilir. Manuzza ve arkadaşlarına göre (1995), sosyal fobiler korkulan veya kaçınılan durumlara göre özgül veya genellenmiş olabilirler. (akt. Neale ve Davidson, 1998). Bu kişiler, eleştirilme ve değerlendirilme ihtimalleri doğrultusunda bir veya birden fazla kişiden, sosyal ortamlardaki performans kaygıları sebebi ile uzaklaşabilirler. Sosyal fobiler kişinin günlük hayatında, eğitim ve iş ortamında hayatını son derece olumsuz etkileyip becerilerini yetersiz kılabilmektedir (Sluis,R. ve Boschen,M., 2014).
Fobilerin etiyolojisine baktığımız zaman, psikanalitik, davranışçı, bilişsel ve biyolojik yapılandırmaları görebiliriz. Psikanalitik kuramlarda, fobilerin içeriği vurgulanır. Çünkü fobilerin içeriğinin aslında önemli sembolik değerlere sahip olduğu düşünülmektedir. Freud’un ünlü vakası “Küçük Hans”, dışarı çıkarsa atlarla karşılaşmaktan korkmaktadır. Hans’ın  “ağzının ve gözlerinin kenarlarındaki siyah şeyler” şeklindeki tanımı Freud’a oedipal çatışmayı çağrıştırmıştır ve fiziksel olarak Hans’ın babası ve at ile benzerlik kurmuştur. Hans’ın babasına duyduğu korkuyu atlara çevirdiğini ve bu şekilde fobi geliştirdiğini düşünmüştür (Freud,S. 1909 akt. Neale ve Davidson, 1998). Davranışçı kuramlara göre fobiler, model alma, kaçınma koşullanması ve edimsel koşullanma yoluyla öğrenilebilirler. Bilişsel kuramlara göre fobi, anksiyetenin negatif uyaranlarına daha çok dikkat eden ve gelecekte bu negatif uyaranların gerçekleşeceğine inanmayla alakalıdır. Fobilerle ilgili kalıtsallık araştırması da yapılmıştır. Bazı fobilerin (örn. kan ve enjeksiyon fobisinin) kuvvetli bir biçimde ailesel olduğu bulunmuştur (Ost, 1992., akt.Neale ve Davidson, 1998).

2. Obsesif Kompulsif Bozukluk
    
      Obsesif kompulsif bozukluğun klinik özellikleri, kişinin obsesif düşüncelerine eşlik eden kompulsiyonların bulunmasıdır. Obsesyon, kişinin kontrolü dışında ve ısrarlı olan düşünce, dürtü veya imajlardır. Bu düşünceler kişilerin günlük kaygıları ve gerçek hayattaki problemleri değildir, kaygı ve üzüntü duygularının da eşlik ettiği düşüncelerdir (Starcevic,V., 2010). Kompulsiyon ise kişinin sıkıntılarını azaltmak için kendini yapmak zorunda olduğunu hissettiği, açık bir biçimde aşırı olan davranışlardır. Sıklıkla kompulsiyonlar sayı saymak, temizlik, belirgin eşyalardan kaçınmak, vücudun bir yerine dokunmak gibi temizlik ve düzenle ilgilidir ve bu davranışların tekrarlanma sıklığı şaşırtıcı derecede fazla olabilir. DSM-IV , obsesif kompulsif bozukluk tanısı için obsesyon ve kompulsiyonların aşırı ve anlamsız şekilde tekrar etmesinin, bu durumun kişinin hayatını olumsuz yönde etkilendiğinin gözlenmesinin önemli olduğunu ifade eder. Aynı zamanda, kompulsiyonların en az iki hafta sürmesi ve bu süre zarfında bu düşüncelerin sıkıntı verici olması, kişinin bu düşüncelerden veya davranışlardan en az birine karşı koymaya çalışması, bu düşünceler davranışlar ve dürtülerin tekrarlayıcı olması tanı kriterleri olarak sıralanmaktadır (APA,1994).
      Kompulsif bir şekilde alışveriş yapan kişiler ile ilgili yapılan bir araştırma, kendilerine gerekli olmayan eşyaları alarak maddi açıdan kendilerini sıkıntıya sokan kişiler üzerinde yapılmıştır. Araştırmaya katılan kişilerde tekrarlayan sıkıntı verici düşünceler ve ardından gelen alışveriş yapma davranışı bulunmaktadır. Araştırma, obsesif düşünceleri olan ve aşırı alışveriş yapan bu kişilerin, hissettikleri olumsuz duyguları dengelemek ve nötrleştirmek için alışveriş yapma davranışını sergilediklerini ortaya koymaktadır (McQueen,P., Moulding,R. ve Kyrios,M., 2014).
      Psikanalitik kuramda obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin tuvalet eğitimi ile ilişkilendirebileceğimiz anal dönem ile ilgilidir. “Freud, obsesif kompulsif hastaların konuşmalarında, rüyalarında, anılarında ve fantezilerinde anal imgeler tespit etmiştir. Aynı zamanda  obsesyonlarından ve kompulsiyonlarından dolayı tedavi ettiği kişilerin, erken olarak, sert bir şekilde veya ebeveynin her şeye karıştığı bir ortamda tuvalet kontrolüne zorlandıkları yönünde kaynaklara ulaşmıştı.” (McWilliams, N., 2009). Obsesif Kompulsif bozuklukta gözlemleyebileceğimiz belirtiler, id ve süper egonun çatışması olarak değerlendirilebilir (Neale ve Davidson,1998). Tuvalet eğitimi sırasında yaşanan olumsuz deneyimler kişide kontrol edilme, yargılanma, bir şeylerin belli düzeyde yapılması talebinin yarattığı kontrol dışılık hissi, utanç duygusu yaratabilmektedir. Bu utanç duygusunun getirisi olarak kişinin kendilerinden yüksek beklentileri vardır, bunlara uymadıkları durumların başkaları tarafından görülme düşüncesi tekrar utanç yaratır (McWilliams, N., 2009).  
       Obsesif kompulsif bozukluk, diğer kaygı bozuklukları ile beraber görülebilmektedir. Özgül ve sosyal fobiler, panik bozukluk OKB ile komorbit olabilmektedir. Ayrıca, depresyon da “içe dönük ve nevrotik özellikler taşıyan OKB hastalarında” yaygın olarak görülebilir (Rees,C., ve ark., 2014).
       Obsesif Kompulsif bozukluğun biyolojik etkileri araştırıldığında, yapılan PET taramaları sonucu OKB teşhisi almış kişilerin frontal loblarında artan bir hareketlilik bulunmuştur bu da kişilerin düşünceleri ile olan mücadelelerinin aşırılığından olabilir. Aynı zamanda kafa travmaları, beyin tümörleri gibi durumlarda da OKB gözlemlenebilmektedir. Kişinin birinci dereceden akrabalarında görülen obsesif kompulsif bozukluk, çocukluk ve ergenlik çağlarında da ortaya çıkabilmektedir (Starcevic,V., 2010). Bilişsel davranışçı yaklaşımlar ise obsesif kompulsif bozukluğun, uygun olmayan obsesif düşünce ve tekrarlayan kompulsif davranış ile pekişmesi sonucunda öğrenildiğini ifade eder. Örneğin kompulsif bir el yıkama alışkanlığında kişi kirleneceğine ve mikrop bulaşacağına dair obsesif düşüncelerinin yarattığı kaygıyı azaltmaktadır (Starcevic,V., 2010). Obsesif kompulsif bozukluğun tedavisinde, psikodinamik, bilişsel davranışçı ve farmakolojik yöntemler kullanılmaktadır.
Ancak psikodinamik yöntemler OKB tedavisinde etkili değildir. Çünkü psikanalitik işlemlerde egoyu çatışmadan korumak önem taşımaktadır. Bu sebeple davranışçı işlemlere daha yakın olan yöntemler kullanmaktadırlar. Bilişsel davranışçı terapilerde maruz bırakma yöntemi obsesif kompulsif bozukluk tedavisinde yararlıdır (Neale ve Davidson,1998). 

3. Travma sonrası stres bozukluğu ve akut stres bozukluğu

Travma sonrası stres bozukluğu, travmatik deneyimler yaşamış kişilerin, yüksek kaygı, yaşanan travmatik olayı hatırlatan uyarıcılardan kaçınma, duygusal olarak donmuşluk hissi, fiziksel olarak tetikte olma gibi tepkilerini yansıtır (Starcevic,V., 2010). Bu tepkiler, kişinin günlük hayatını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Travma sonrası stres bozukluğu, kişiler arası ilişkilerde bozulmalar, aşırı fiziksel uyarılmışlık, çabuk öfkelenme, güvensizlik gibi belirtiler gösterebilmekledir (Bogovic,A., Mihanovic,M., Jokic-Begic,N. ve Svagelj,A.,2014).  
 Fiziksel saldırı, cinsel istismar, şiddet, trafik ve endüstriyel kazalar, deprem, tsunami, sel, kasırga gibi doğal afetler, savaş, terör olaylarını yaşamak, başkalarının yaralanmasına ve ölümüne şahit olmak ve yaşamı tehdit eden hastalıklar travmatik yaşam olayları olarak ele alınmaktadır. Bu yaşantılar potansiyel olarak bireylerin yaşamları boyunca karşılabilecekleri olaylardır (Karancı, N. 2009). DSM-IV’ün travma sonrası stres bozukluğu için belirttiği kriterler aşağıdaki gibidir.
a)      Kişinin gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma, ya da kendisinin veya başkalarının fiziksel bütünlüğünü tehdit edici bir olay yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiş olması.
b)      Kişinin bu olaya karşı korku, çaresizlik ya da dehşetle tepki vermiş olmasıdır ( APA,1994).
Travma sonrası stres bozukluğunun yaygınlığının, travmatik olayların türüne ve olayı yaşayan kişinin cinsiyetine bağlı olabileceği ortaya konulmuştur. Çalışmalar cinsel saldırı ve tecavüz olaylarının ardından travma sonrası stres bozukluğunun diğer psikolojik rahatsızlıklara göre daha çok görüldüğünü ortaya koymaktadır. Yapılan kadın erkek çalışmalarında kadınların; cinsel taciz, tecavüz ve sarkıntılık gibi cinsel saldırı içeren davranışlar, erkeklerde ise dövüş ve savaş yaşantıları travma sonrası stres bozukluğu ile daha çok ilişkilendirilmiştir. Travmatik olayların sayısı, zamanlaması, kişiye sıkıntı verme derecesi ve şiddetinin de travma sonrası stres bozukluğunun gelişimini etkileyen diğer etmenlerdendir (Karancı, N. 2009).
DSM-IV’te yer alan akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğundan farklıdır. Travmaya maruz kalan kişiler genellikle yoğun stres yaşarlar. Eğer bu durum kişinin hayat akışını engelliyorsa ve işlevselliğini bozuyorsa, akut stres tanısı konulur. Fakat sonrasında bu durum uzun süredir devam ediyorsa travma sonrası stres bozukluğu ile çalışmak gerekmektedir (Neale ve Davidson,1998). Tanı koyabilmek için, travmatik olayların sıklıkla hatırlanması ve olayı sembolize eden durumlara aşırı duygusal tepki vermek,  travmatik olaydan kaçınma ve hatta olayla ilgili amnezi yaşama durumu ve artmış fiziksel uyarılma sebebi ile uykuya dalamama, irkilme gibi belirtilerin en az bir aydır devam ediyor olması gerekmektedir. Travma sonrası stres bozukluğunun yaşanmasında genetik faktörler ve olayın şiddeti etkilidir (Neale ve Davidson,1998). Hırvatistan’da travma sonrası stres bozukluğu tanısı alan savaş gazileri ile bir araştırma yapılmıştır. Savaş stresinin kişiler üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur. Fiziksel bütünlüklerinin tehlike altında olduğuna dair olumsuz düşünceler, ölüm tehdidi altında hissetmek ve yoğun korku ve çaresizlik hissi yaşamak gibi belirtiler bulunmaktadır (Bogovic,A., Mihanovic,M., Jokic-Begic,N. ve Svagelj,A.,2014). Travmatik olayı tekrar yaşamamak için onu sembolize eden durumlara karşı geliştirilen hassasiyet savaş gazilerinde görülen belirtilerden biridir. Örneğin bir gök gürlemesi, ani ve yüksek bir ses gaziye savaş alanını hatırlatabilmektedir (Neale ve Davidson,1998).

4. Genellenmiş Anksiyete Bozukluğu

Genellenmiş kaygı bozukluğunda kişiler her çeşit konuda kontrol edilemez ve sürekliliği olan bir endişe içindedirler. Terleme, yüz kızarması, mide rahatsızlığı, sık idrara çıkma, kalp çarpması, ishal, ağız kuruluğu, nefes darlığı, boğazda yumru hissi, soğuk ve yapışkan eller gibi bedensel yakınmalara sıklıkla rastlanır. Bu durum otonom sinir sisteminin aşırı aktivitesini yansıtır (Neale ve Davidson,1998).  Nabız ve nefes alma hızı yükselebilir, kişinin kaslarla ilgili şikayetleri de olabilir. Kişi huzursuzdur ve kolayca irkilebilir, yerinde duramaz. Bu kişiler düşüncelidirler, geleceğe dair felaketleştirdikleri düşünceleri vardır. Aynı zamanda kaygı verici düşünceleri kontrol altına almanın zor olduğuna inanırlar (Bennett,P., 2011). Yaralanma, kalp krizi geçirme ve kontrolü kaybetme gibi düşünceler yaygındır. Kişi daima tetikte olduğu için dikkat dağılması sıklıkla rastlanır aynı zamanda sabırsızlık, çabuk kızma ve uykusuzluğa sıklıkla rastlanır (Neale ve Davidson,1998).  Genellenmiş kaygı bozukluğu belirtileri genellikle çocukluk veya ergenlik döneminde başlamaktadır. Duygudurum ve somatoform bozukluklarının, genel kaygı bozukluğu ile birlikte görülme oranı yüksektir (Bennett,P., 2011). Genetik faktörlerin genellenmiş kaygı bozukluğu durumunda etkisinin yüksek olduğu gözlemlense de, yapılan ikiz çalışmalarında, genellenmiş kaygı bozukluğu teşhisi alan ikizin kardeşinde de bu bozukluğun görülme olasılığı %15-20 civarındadır. Bu durumda verilerin kesin bir yargıya varmak için yeterli olmadığı varsayılabilir (Bennett,P., 2011). Ancak anksiyete bozuklukları ile ilişkili olan nevrotisizmin kalıtsal olması da göz önüne alınması gereken bir durumdur (Neale ve Davidson,1998).
Psikanalitik kuram, genel kaygı bozukluğunda, kaygının temelinin ego ve id arasındaki bilinçdışı çatışmalarla alakalı olduğunu vurgular. Kaygının kaynağı bilinçdışıdır ve bu sebeple kişi kaygısının sebebini tam olarak bilemeden endişe ve sıkıntı hisseder (Bennett,P., 2011).  Bilişsel davranışçı bakış açısı, genellenmiş kaygıyı açıklamak için çevresel faktörlerin incelenmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Anksiyetenin, dış uyarıcılarla ve daha geniş çaplı koşullu uyarıcılarla, klasik koşullanma yoluyla öğrenildiği varsayılır. Aynı zamanda önemli olan kontrol kaybı algısıdır, insanlar kontrol edebilecekleri olaylara göre kontrol dışı durumlardan dolayı daha çok kaygı duymaktadırlar (Bennett,P., 2011).  Ayrıca kişi bir konuda tam olarak kontrollü olmasa da, kontrol duygusunu algılaması, kontrolün sağlanması için yeterli olabilmektedir. Stres veren olayları kontrol edememe duygusunun yanı sıra, genel kaygı bozukluğu hastasını tanımlayan birkaç bilişsel süreç daha vardır. Bu kişilerin bilişlerinde zararsız olaylar yaşasalar bile her an tehlikede olma düşüncesi vardır. Kendilerine zarar vermeyecek olayları felaketleştirip yanlış yorumlarlar (Neale ve Davidson,1998).  Davranışçı terapistler, genellenmiş kaygı bozukluğunda, kaygılı olan kişinin eleştirildiği zaman korktuğunu ve kaygı durumunun arttığını saptayabilirler. Sistematik duyarsızlaştırma yöntemi ile davranış üzerinden tedavi uygulanabilir.  Bununla beraber kişilerin yaşadıkları kaygı durumunun gerçek sebebini bulmak her zaman kolay olmayabilir. Davranışçı yaklaşımlarda, kaygı hissedildiği zaman gerçekleştirilen gevşeme egzersizleri kullanılabilmektedir. Genellenmiş kaygı bozukluğunun temelinde, çaresizlik inancının bulunduğu varsayılırsa, hastanın başa çıkabilmek için öğrendiği bu yöntemler işe yarayabilmektedir (Neale ve Davidson,1998). 

5. Panik Bozukluk

Panik bozukluk, yoğun bir şekilde yaşanan rahatsız edici ve en az on dakika süren ataklardan oluşur. Nefes alamama, el ve ayak uyuşması, bulantı, titreme, kalp çarpıntısı gibi belirtilerden oluşur. DSM-IV’e göre, aşağıdaki beklenmeyen ve aşağıdaki kriterlere uyan ataklarla beraber panik bozukluk tanısı konuşabilir.
a)      Gelecekte bir atak gerçekleşmesine dair ısrarlı inançlar
b)      Ataklarla ve sonuçları ile ilgili kaygı duymak ( delirme, kalp krizi geçirme gibi)
c)      Ataklar sonucunda, davranışlarda anlamlı ve gözle görülür bir değişimin yaşanması
Kişinin kontrolünü kaybetme, delirme ve ölme korkuları hastayı çaresiz kılmaktadır (Bennett,P., 2011).  Ortalama 10-20 dakika süren ataklar hastalar için son derece kaygı ve üzüntü vericidir. Bu durumu deneyimleyen hastalar gerçekten kalp krizi tehdidi altında olduklarına, delirmek üzere olduklarına inanırlar ve son derece güçsüz hissederler. (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Panik atağı yaşamış bazı kişiler, bu durumun sonuçlarından kendilerini korumak amacıyla belli durumlardan uzak durma eğilimi gösterebilirler. Örneğin, yoğun bir şekilde kirlenme ve mikrop kapma korkusu olan bir kişi, kendisine AIDS bulaşacağından korktuğu için halka açık tuvaletleri kullanmaktan kaçınabilir (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Boğulmaktan ve nefes alamamaktan korkan bir diğer kişi de basık ve havasız olduğunu düşündüğü asansörlere binmekten kaçınabilmektedir. Bütün bu örnekler durumsal panik deneyimleri olarak adlandırılabilir. Çünkü ataklardan kaçınmak isteyen bu kişiler, belli durumlardan kaçınarak panik ataklarını kontrol almaya ve başa çıkmaya çalışmaktadırlar. Bu tür durumlar hastaların çıkarım yapıp tahmin edebildiği durumlardır. Ancak durumsal olmayan ve aniden ortaya çıkan ataklar da önemlidir çünkü fobinin varlığına işaret edebilirler (Racman,S. ve De Silva,P., 2009). Panik bozukluğun görülme yaygınlığı kadınlar için %5, erkekler için de %2 olarak belirlenmiştir. Genetik yatkınlık ve stresli bir olaydan sonra ortaya çıkma durumları görülebilmektedir (Neale ve Davidson,1998).  Panik bozukluk diğer anksiyete bozuklukları ile beraber görülebilmektedir. Obsesif kompulsif bozukluk, post travmatik stres bozukluğu, sosyal ve özgül fobiler ile birlikte görülme durumu gözlemlenmektedir (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  

5.1. Panik Bozukluk ve Agorafobi

DSM-IV’de panik bozukluk, agorafobi ile birlikte ya da agorafobi olmadan tanımlanır. Kişinin halka açık olan yerlerde aniden panik atak geçireceğine ve kaçamayacağına ilişkin korkularına agorafobi adı verilir. Alışveriş merkezleri, tiyatro, kalabalık olan diğer halka açık yerlerden kaçınma gibi davranışlar sergilerler (Racman,S. ve De Silva,P., 2009).  Agorafobi belirtileri gösteren kişiler genellikle evden çıkmak istemezler ve çıktıkları zaman da bunu büyük bir kaygı eşliğinde yaparlar. Agorafobi ile beraber panik bozukluğu olan hastalar dışarı çıkma eylemini, panik atağı yaşama ihtimalinde yaşayacakları utanç nedeniyle gerçekleştirmek istemezler (Neale ve Davidson,1998). 
Agorafobi sebebiyle günlük hayatta hareketleri kısıtlanan kişiler, hayatlarında pek çok değişiklilik yapma eğiliminde olurlar. Aynı zamanda alışveriş yapmaları gerektiğinde yanlarında güvenilir biri olduğunda kendilerini daha rahat hissederler. Panik atakların tedavi ile azaltılmasından veya yok edilmesinden sonra agorafobi de genellikle azalmaktadır (Racman,S. ve De Silva,P., 2009). 





Kaynakça 
Amerikan Psikiyatri Birliği. (1994). Mental bozuklukların tanısal ve sayımsal el kitabı.

               E.Köroğlu (çev.). Hekimler Yayın Birliği.

Bennett, P. (2011). Abnormal and Clinical Psychology : An Introductory Textbook. 

               Maidenhead, Berkshire, England: McGraw Hill, Open University Press.

Bogovic, A., Mihanovic, M., Jokic-Begic, N., & Svagelj, A. (2014). Personal Space of Male

               War Veterans With Posttraumatic Stress Disorder. Environment & Behavior, 46(8),

                      929-945. doi:10.1177/0013916513477653    

Davison, G. C., & Neale, J. M. (1998). Abnormal psychology. New York: Wiley

Freeman,A., DiTomasso, R.A. (2005). Cognitive aspects of anxiety. Stein,D.J., Hollender,E. (Eds)
    
                 Textbook of Anxiety disorders. The American Psychiatric Publishing,Inc., Washington   
                 DC.

Karancı,A.N. (2009). Travma Sonrası Stres Bozukluğu Tedavisinde Bilişsel Davranışçı

                Yaklaşımlar. Bilişsel Davranışçı Terapiler. (ss. 150-160)

Lenz, S., Bruijn, B., Serman, N. S., & Bailey, L. (2014). Effectiveness of Cognitive

               Processing Therapy for Treating Posttraumatic Stress Disorder. Journal Of Mental

                Health Counseling, 36(4), 360-376

McQueen, P., Moulding, R., & Kyrios, M. (2014). Experimental evidence for the influence of

               cognitions on compulsive buying. Journal Of Behavior Therapy And Experimental

               Psychiatry, 45(4), 496-501. doi:10.1016/j.jbtep.2014.07.003

Potter, C. M., Kinner, D. G., Tellez, M., Ismail, A. I., & Heimberg, R. G. (2014). Clinical

               implications of panic symptoms in dental phobia. Journal Of Anxiety

               Disorders, 28(7), 724-730. doi:10.1016/j.janxdis.2014.07.013

Rachman, S., & De Silva, P. (2009). Panic Disorder : The Facts. Oxford: OUP Oxford

Rees, C. S., Roberts, L. D., van Oppen, P., Eikelenboom, M., Hendriks, A. J., van Balkom, A.

                 J., & van Megen, H. (2014). Personality and symptom severity in Obsessive–

                 Compulsive Disorder: The mediating role of depression. Personality & Individual

                 Differences,7192-97. doi:10.1016/j.paid.2014.07.025

Starcevic, V. (2010). Anxiety Disorders in Adults : A Clinical Guide. Oxford: Oxford

              University Pres












Psikoterapi yöntemleri arasından belirli bir yaklaşım benimsemenin artı ve eksileri nelerdir?

         
Psikoterapi pek çok kaynak tarafından tanımlanan fakat çoğu zaman da, kullanılan yaklaşımlar sebebiyle bu tanımlara uygun olmayan bir kavramdır. Türk dil kurumunun, ansiklopedilerin, yazılan Türkçe sözlüklerin psikoterapi tanımlamaları son derece güvenilir kaynaklar olmalarına rağmen zaman zaman eksik kalabilmektedir (Köroğlu,E. ve Türkçapar,H., 2013). Psikoterapi, başvuruda bulunan kişinin veya kişilerin bilişsel çarpıtmalarının düzeltilmesi, çektikleri bunaltı ve çökkünlük gibi ruhsal sıkıntılarla baş etme becerilerinin artması için, bu konuda özel eğitim almış kişinin (terapistin) veya kişilerin (terapistlerin) bir arada uyguladığı, yöntemleri belirlenmiş olan, daha çok karşılıklı görüşmeye dayalı, kişiler arası etkileşim süreci olarak tanımlanabilir (Köroğlu, E., 2013). Bu tanımlama bile oldukça kapsamlı olmasına rağmen, bazı psikoterapi yaklaşımları bu tanım kapsamında değerlendirilmeyebilir. Kullandıkları yöntemlere göre terapistler, psikoterapi tanımını bir nevi kendileri de oluşturmaktadırlar. Örneğin, grup psikoterapilerinde, terapist gerekli yetkinliğe ulaştıktan sonra benimsemiş olduğu yaklaşım veya yöntem ile grup terapisi uygulayabilmektedir (Yalom, 2002). Hümanistik, bilişsel davranışçı, psikodinamik yaklaşımlardan veya diğer psikoterapi yaklaşımlarından birini seçerek kendi yöntemi olarak kullanabilmektedir (Yalom, 2002). Bireysel terapilerde de belli bir yaklaşım ile çalışan terapistler olduğu gibi eklektik terapiler kullanan uzmanlar da bulunmaktadır.
Psikoterapi yöntemleri arasından belirli bir yaklaşım benimsemek, terapistin kişisel özellikleri ile doğrudan alakalı olabilmektedir (Köroğlu,E. ve Türkçapar,H., 2013).  Bu gün kullanılan pek çok hatta yüzlerce psikoterapi yöntemi mevcuttur, ancak ruh sağlığı alanında çalışan ve uzmanlaşan kişilerin kendi özelliklerine göre, uygun terapi yöntemini seçip bu konuda derinlemesine bilgi sahibi olması, terapistin mesleki açıdan daha olumlu etkilenmesine yol açabilmektedir. Söz gelimi, görüşmeler sırasında etkin ve daha yönlendirici olmak isteyen, görüşmelerin yapılandırılmış bir şekilde ilerlemesini uygun bulan, rasyonellik ve bilimsellikten haz eden kişilerin Bilişsel Davranışçı Terapi yöntemlerini kullanmayı tercih etmesi muhtemeldir (Köroğlu,E. ve Türkçapar,H., 2013).

Terapistin belli başlı psikoterapi yöntemlerini öğrenerek aralarından kendine uygun olduğunu düşündüğü yöntemi seçmesi birçok açıdan önem teşkil edebilir. Psikanalitik Terapi yöntemini benimseyip aktarımları ve çatışmaları ile derinlemesine çalışmak ve bu konuda uzmanlaşmak isteyen terapistler olabileceği gibi, kişinin çözmekte zorlandığı sorunları değerlendiren, yapılandırılmış ve kısa süreli terapi yöntemlerinden Sorun Çözme Terapisini de kullanan uzmanlar olabilmektedir (Neale ve Davidson,1998). Bu durum da yukarıda bahsedildiği gibi, psikoterapi alanında uzmanlaşan kişilerin kendi yöntemlerini seçmeleri ile süregelmektedir.

Tek bir yöntemle çalışmanın olumlu yanlarından biri, terapistin hali hazırda bulunan onlarca terapiyi öğrenmek ve yetkin bir şekilde kullanmak için harcayacağı enerji ve zamanı tek bir yönteme yöneltmesi ve bu alanda çalışması durumunda, benimsemiş olduğu yöntemi daha yüksek bir başarı oranı ile uygulayabilme ihtimalidir. Ayrıca, tercih ettiği psikoterapi yöntemini icra etmeyi sevmesi de terapi sürecinde olumlu bir pekiştireç olabilmektedir. Bir psikoterapi yönteminin tüm detaylarını öğrenip etkin bir şekilde kullanabilmekle beraber, tek bir terapi yöntemini benimsemiş psikologlar/ psikiyatristler bunu bütün çalışma hayatlarında kullanacakları için teorik bilgileri ile paralel olarak deneyimleri de artacaktır. Birden çok terapiyi farklı psikopatolojiler için kullanan uzmanların da deneyim ve uzmanlık açısından gelişmeleri de olasıdır ancak her birinde yetkin olmaları için daha uzun zamana ve çok daha fazla deneyime ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim. Tek bir terapi yöntemi benimseyip etkili bir biçimde kullanabilmek, söz gelimi bir sanatçının enstrüman olarak kendine piyanoyu seçerek virtüöz seviyesine ulaşıp kariyerine usta bir piyano virtüözü olarak devam etmesi gibi düşünülebilir. Aynı kişi, piyanoyu ana branşı olarak benimseyip keman ve obuayı da iyi bir şekilde çalıyor olabilir. Fakat tek başına bir orkestra kurabilmesi ve bütün bu enstrümanları uyum içinde çalabilmesi için hepsini belli bir yetkinlikte kullanabiliyor olması beklenmektedir. Psikoterapi yöntemleri de sanatçının kullandığı bu enstrümanlara benzetilebilir, psikolog kendi enstrümanını seçip virtüöz de olmak için de çalışabilir, tek bir sesin arkasında başka sesler de duyup, dinletmek isteyebilir.

Tek bir psikoterapi yönteminin kullanılmasının olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Çünkü bazı psikopatolojilerin belli bir yöntem ile giderilmesi çoğu zaman mümkün değildir. Tek bir psikoterapi yöntemini benimsemek bazı belli başlı psikopatolojilerde işe yaramamaktadır (Neale ve Davidson,1998).  Psikoterapi yaklaşımlarının sorunun veya problemin algılanması durumunda farklı bakış açıları olabilmektedir. Örneğin bilişsel yaklaşım, otomatik düşüncelerden hareketle kişinin güncel sorunlardaki başa çıkma yöntemlerini daha işlevsel olanlarla değiştirmeye çalışır. Gestalt kuramı ise ihtiyaçların karşılanması durumundan ilerleyerek kişinin tüm yaşamına yayılan bir vurgu yaparak bunu bir nedenle açıklamaya çalışmaz ve bu noktada kişinin engeller karşısındaki yaratıcı adaptatif hareketlerine vurgu yapar (Lobb,2001, sf.27). DSM tanı ölçütlerinde bulunan psikopatolojilerle çalışan bir psikoterapistin, bu hastalıkların hepsiyle aynı yöntemle çalışması ve aynı bakış açısıyla bakması bir dezavantaj olabilmektedir.
Psikoterapinin, danışanın (veya hastanın) yaşadığı güçlükleri, ruhsal sıkıntı ve ızdıraplarını ele alan bir nevi sosyal bir ilişki olması ve bu amaç için de bazı tedavi pradigmalarını (psikanalitik, bilişsel, öğrenme ve biyolojik) kullanması gerekebilmektedir (Neale ve Davidson, 1998). Örneğin, biyolojik süreçleri anlama yolundaki gelişmeler ile beraber, kalıtım yolu ile geçen zeka gerilikleri tespit edilebilmektedir. Anne baba adayları da bu vesile ile çocuk sahibi olmadan önce olması muhtemel çocuklarının biyolojik süreçlerini takip edebilmektedirler. Öte yandan, öğrenme süreçlerini daha iyi anlamamız sayesinde zeka geriliği olan çocuklar artık sosyal ve  bilişsel açıdan daha iyi gelişebilmektedirler (Neale ve Davidson, 1998). Psikanalitik kuram terapistlere disosiyatif bozuklukları tedavi etmelerinde yardımcı olabilmektedir, bu kuram amnestik bir hastanın belirli geçmiş olayları, bu olayların yarattığı duygusal sıkıntının, onların tümüyle bastırılmasını zorlaştırdığı için hatırlayamadığı konusunu vurgulamaktadır. Humanistik ve varoluşçu terapiler, danışanlara ruhsal anlamdaki acılarının ve sıkıntılarının derinliğini ve nedenini araştırmada yardımcı olur. Aynı zamanda, varoluşçu ve humanistik terapiler, hastaları bu konularda harekete geçirme, seçimler yapma ve hayatlarını daha iyi kılma konusunda sorumluluk alma açısından yüreklendirirler (Neale ve Davidson, 1998). Çok sayıda kuram ve psikoterapi yöntemi vardır ve terapistler az ya da çok,belirli bir kuram veya düşünce okulunun koyduğu kurallar çerçevesinde hareket etmektedirler. Ancak gerekli olduğu zaman diğer terapi yöntemlerine de başvurmak, tedavi sürecinde daha faydalı olabilmektedir. Örneğin Obsesif-Kompulsif Bozukluk tedavisinde, psikanalitik yöntemler etkili olmadığı için, psikanalitik yönelimli çalışan bazı terapistler daha eyleme dönük davranışçı yaklaşımları benimsemişlerdir. Bu yaklaşımlar, analitik anlayış ile davranışçı işlemleri harmanlamış ve OKB tedavisinde daha uygun bir şekilde kullanılmasını sağlamıştır (Jenike, 1990).

Bu bilgiler ve örneklerin ışığında, tek bir psikoterapi yöntemi kullanmanın karşılaşılan vaka profiline göre, bazı olumsuz tarafları olduğunu söyleyebiliriz. Az önce bahsedilen örnekte, OKB semptomları sebebi ile psikoterapi almak isteyen bir danışan/hastanın tek bir terapi yöntemi ile ele alınması çözüm sağlayamamaktadır. Salzman’a (1980) göre serbest çağrışım, hastanın obsesyonlarını beslemektedir ve analistin tartışmaları yönlendirmede daha direkt olması gerekmektedir (akt. Neale ve Davidson, 1998).

Tek bir psikoterapi yönteminin benimsenmesi, terapistin mesleki açıdan tek bir alana kanalize olarak o alanda yetkinleşmesine yardımcı olurken, bazı durumlarda da yetkinlik yeterli olmamaktadır. Diğer terapi paradigmalarının mutlaka birbirine belirli alanlarda katkıları olabilmektedir. Bunun yanı sıra şahsi bir görüş belirtmem gerekirse eğer, terapistin belli bir ekolün çerçevesinde uzmanlaşmasının yararlı olacağını düşünmekle beraber, diğer psikoterapi yöntemlerinden de yeri geldiği zaman yararlanmanın faydası olacağını düşünmekteyim. Bilginin ve deneyimin de artması ile belirli bir çerçevede birbirine yakın olan yaklaşımların birbirini tamamlaması da belki de kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca, psikoterapistin benimsediği terapi yaklaşımı dışında kalan diğer terapi ekollerinden düşünsel olarak bile olsa beslenmesi, daha çok okumaya ve araştırmaya yönlendirmesinin de olumlu bir durum olacağını düşünüyorum. Tabii ki, ortadoks Freudyen bir yaklaşım benimseyen ve bu alanda yıllarca çalışan terapistlerin, psikopatolojileri ele alırken, ne kadar hakim olsalar bile birden bire davranışçı bir yaklaşıma yönelmeleri biraz beklenmedik bir durum olabilir. Terapinin seyrini de olumsuz yönde etkileyebilir. Tam tersi, BDT yönelimli bir terapi yaklaşımında da, bilinçdışı ve rüya analizlerine, aktarım ve karşı aktarımlara bakmak terapinin bütünlüğünü ve yapısını bozacaktır. Bunun yanı sıra belli başlı terapi yöntemlerini öğrenmenin mesleki olarak katkısı da olacaktır, daha da genel düşünürsek eğer, çeşitli konularda okumanın ve öğrenmenin hem kişisel olarak hem de mesleki olarak yararı yadsınamaz. Özetle, bir yöntemi derinlemesine öğrenmek, yetkinleşmek ve etkin kullanmak son derece yararlıdır fakat tek yönlü olmanın her yerde karşılaşabileceğimiz gibi dezavantajları bulunmaktadır.






 Kaynaklar;

Davison, G. C., & Neale, J. M. (1998). Abnormal psychology. New York:
        Wiley

Jenike,M.A. (1990). Psychotherapy. In A.S. Bellack & M. Hersen (Eds.),
        Handbook of comperative treatments for adult disorders (pp. 245-
        255). New York : Wiley.

Köroğlu, E., & Türkçapar, H. (2009). Psikoterapi yöntemleri: Kuramlar 
        ve uygulama yönergeleri. Ankara: HYB Basım Yayın

Lobb, M.S. (2005) Classical Gestalt Therapy Theory. In Gestalt
              Therapy:History, Theory and Practice. Woldt, A.S.&Toman, S.M
                (Eds.) pp.21-41. Sage Publications, Inc.

Yalom,I. (2002). Grup psikoterapisinin teori ve pratiği / New York : Basic

          Books 

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocukların Ailelerinde Görülen Psikolojik Sorunlar

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) aşırı hareketlilik, dikkati sürdürmede güçlük ve yetersiz dürtü kontrolü gibi ana beli...